22 Haziran 2008 Pazar

KONYANIN ESKİ YAŞANTILARI


KONYANIN ESKİ YAŞANTILARI
Mehmet SURAL

Konya bağlarında hanımların yaşamı güz mevsimlerine kadar ekmek yapmak, çamaşır yıkamak, turfan çalkalamak gibi işlerin dışında pek yoğun değildi. Özellikle öğle vakitlerinden sonra bir komşuda toplanır çocuk çoluk şurada burada oynarken kadınlar bir taraftan el işleri yapar bir taraftan da dedikodu ederlerdi. O zamanlarda, her bağda iri iri, belki yüzyıllık Pelit ağaçları vardı. Bu ağaçların koyu gölgelerinde, çimenler üzerinde serilmiş kilim ve minderlerin üstlerine oturur, falancanın gelininin iyiliğinden veya kötülüğünden, feşmekancanın kızının güzelliğinden, işgüzarlığından dem vururlardı. El işi olarak çorap örmek veya gözemek- Gözemek: Eskimiş, delinmiş çorapların eskiyen yerlerini yeniden örmek- çevre, gergef, kasnak, mekik gibi işlerle para ve saat keseleri örmek, oya yakmaktı. Bu işlerin en zor olanı sanıyorum oyaydı ve çok ince bir işti. Kıl gibi, özel ince iğnelerle yapılırdı. Üç oya türü hatırlıyorum. “Kiprik-kirpik, Helcai-Hercail ve çimen”. Bugünkü saatlerde 16.00’da filan bu sohbet toplantısı dağılır, evine dönen her hanım akşam yemeği hazırlığına başlardı.
O zaman gaz ocağı, düdüklü tencereler, elektrikli fırınların hayali bile kurulamazdı. Ve yemek yapmak oldukça uzun zaman isteyen bir işti. Şimdiki hanımlar da iş mi görüyorlar sanki ..? Yatsılara kadar çaylarda, günlerde, güneşlerde vakit öldürüp, evde kendinden önce gelen kocasıyla burun buruna gelince:
-Aaa… Ahmet gelmiş miydin sen..! Dur canım yemeğini şimdi hazırlarım.
Deyip, Allah ne verdiyse dolduruyorlar düdüklüye…
Yarım saat içinde sofra hazır. Eski zaman kadınlarının, sadece bir yemek için katlandıkları külfetler aklıma geldikçe bugünün hanımlarının rahatlığını bayağı kıskanıyorum! Onlar iki günlük yemeği bile birden yapamazlardı. Çünkü bozulurdu. Buzdolabı ne arasın? Bu nedenle yemekler günü gününe yapılırdı. Komşudan dönen hanım daha önceden hazırlanmış çalı çırpıyı ocağı sürüp yakar, tencerenin dış bölümünü, sıvı haline getirilmiş külle sıvadıktan sonra ocağı koyup yemek malzemesini de tencerenin dışının külle sıvanması, ocaktan çıkan işlerin kaba bulaşmamasını sağlardı. Tencereyle ocağa vurulan yemek, uzun süre burada fıkırdar, aheste aheste pişerdi. Ocak içindeki ateş azalırsa, hafiften yenilenir ve yemek zamanına kadar öylece kalırdı. Bu sırada evin erkeği de gelmiş olur, hayvanı tulumbaya koşar, daha önceden dolu bulundurulan havuz vanadan açılır “avar”lar sulanmaya başlanırdı.
Buz gibi suların içine, soğusun diye kavun karpuz atılır ve sofrada afiyetle yenilirdi. Suluklardaki sıra sıra mısırların, ayçiçeklerinin diplerine ılgıt ılgıt akan berrak suların görüntüsü insana büyük bir ferahlık verirdi.
Bağ evlerinde havuz yakınlarında, eğer havuz yoksa avlunun uygun bir yerinde “Seki”ler bulunurdu. On beş-yirmi kişinin rahatça oturabileceği bir oda genişliğinde olan sekilerin çevresi, bir metre yüksekliğinde kerpiç duvarla çevrilir, içi elli santim yükseğinde toprakla doldurularak sıvanır, eli cilalanır, kilim, keçe, duvar yastıkları ve minderlerle döşenir, yaz boyu bu sekilerde oturulup kalkılır, fazla sıcaklarda da burada yatılırdı. Sekinin dış yönü çepeçevre, boylu ve tırmanıcı çiçeklerle donatılır, bir kameriye biçimini alırdı. Bizim sekinin etrafındaki çiçekler kadife türbe çiçeği, Konya deyimiyle irihan (reyhan) sarmaşık ve bir süs bitkisi olan süpürge otu idi. Yaz mevsimlerinde bu sekilerde yatardım. Serin bir rüzgarın yüzümü yaladığı özellikle mehtaplı ve aydınlık gecelerde, masmavi gökteki ayı, yıldızları seyrede seyrede daldığım tatlı uykuları anımsamamak ne kadar olanaksızdır… Sabahları uyandığım zaman dalları yatağımın üstüne kadar uzatmış olan ağaçtan gece sağıma soluma düşmüş olan kaysıları yiyerek fırlardım. Ne ve nasıl uykulardı o uykular, şimdileri yatak bir güzel sopa çekiyor dövüyor artık.
Seki çevresindeki çiçekleri sayarken bir süs bitkisi olan süpürge otundan söz ettim. Parklarda bahçelerde görürsünüz boylu yemyeşil ve gür bir bitkidir. Şimdileri evlerimizde kullandığımız süpürgelere Istanbul süpürgesi denilir. Sadece zengin evlerinde bulunurdu bu süpürgeler. Halk, bağların şurasında burasında kendiliğinden bolca yetişen bugünün süs bitkisi süpürge otunu, güz mevsiminde toplar kurutur ve sonra bunların kırk ellisini bir araya getirerek bir sicimle sıkıca ve düzgünce saplarından bağlayarak, sekiz on süpürge yapıp yakacak damına koyar ve gerektikçe birer birer alıp evlerini bu süpürgelerle süpürürlerdi.
Bağlarda işlerin yoğun olduğu mevsim güz aylarıydı. Bu mevsimde artık avarlar döner, bağ bozumu başlardı. Üzüm bağlarından önce hevenlikler alınır, örülür sonra da döşemelikler seçilerek alınırdı ve ilk parti hevenklerle döşemelikler şehir evlerine götürülür, aşenedeki özel yerlerine döşenir veya asılırlardı. Kış armutları meyve kuruları daha önceden yerlerine gitmiş olur, iğdeler çırpılır, çömleklere doldurulurdu. Eylül ayı sonlarında bağ bozumu başlar soğuklar gelip üzümleri vurmadan pekmez kaynatımına girişilirdi. Bu mevsimde tüm bağ yörelerini mis gibi bir pekmez kokusu kaplardı.
Pekmez nasıl kaynatılırdı.
Toplanan küfeler, sepetler dolusu üzümler çaraşlara doldurulur kadınlı kızlı erkekli bir kaçar kişilik aile akraba veya komşulardan oluşan ekipler sırasıyla ve durmadan bu üzümleri çiğner, çaraşın oluğundan şırıl şırıl akan şıralar kazanlara haranılara ve küplere doldurulur, adına “pekmez toprağı” denilen ve dağ köylülerinin getirdiği bir cins kırmızı toprak da eklenerek karıştırılır sonra dinlenmeye bırakılırdı. Çaraş ikiye iki boyutunda bir bucuk metre yüksekliğinde havuz gibi bir şeydi, alt tarafında tahtadan bir oluğu bulunurdu. O dönemlerde çimento olmadığı için sanırım içi kum kireç ve kıtıkla sıvalı idi. Pekmez ocağı ise şöyle olurdu:
Bağ avlusunun uygun bir yerine genişçe bir çukur kazılır bir metre gerisinden çukurun tabanına inecek biçimde bir oluk, bunun karşısına isabet eden bölüme de baca görevi yapacak bir delik açılırdı. Bu çukurun üstüne bakırdan yapılmış kalaylı iri ve ağır bir pekmez leğeni oturtulur, kenarları sıvanır, sıvanın üstüne de kaput bezinden temiz bir bez geçirilirdi. Bundan sonra ocakta pekmez leğenine aktırılırdı.
Pekmez kaynama sırasında şıra durmadan kevgir ile karıştırılır, savrulur böylece pekmezin taşmaması ve iyi pişmesi sağlanırdı. Pekmez kıvama geldiği zaman köpürmeye başlar pekmezin üstünde yoğunlaşan bu köpükler kepçe ile toplanarak sahanlara doldurulur önce bu demi bekleşmekte olan çocuklara verilir, sonra da konu komşuya dağıtılırdı. Bu köpükler, ayva ve susam yapraklarıyla yenilir yedikçe de insanın iştahı artardı. Son leğenlerde elma, kaysı, vişne, alıç, kabak, patlıcan reçelleri kaynatılırdı. Bu pekmez ve reçellerde özel sırçalı küplerine, çömleklerine doldurulur, şehir evinin aşenesine naklolunurdu. Bundan sonra bostan bozumu başlar divlek, kavun, karpuz, hırtlaklar toplanır turşular kurulurdu.
Şıra küplerinin dibinde kalan çamurlu şıralar seyrek dokulu bir çuvalın içine doldurularak asılır, altına da bir leğen konurdu ki bu çuvala “içdalak” denilir, bu içdalaktan süzülen artık şıralar, turşu kurma işinde kullanılırdı. Turşular arasında bir koruk turşusu vardı ki ben bu turşuyu çok severdim. O zaman ki Konya’nın üzüm turşuları da pek ünlü bir turşu çeşidiydi.
Musalla mezarlığının bitiminden başlayıp Ankara’ya doğru uzayıp giden geniş şosenin şimdi asfalt bulvar sağ ve solu Karayolları Bölge Müdürlüğü’nün bulunduğu yere kadar olan saha tamamen üzüm bağlarıyla kaplı idi. Sadece bu bağlarda ev yoktu. Sahipleri her yıl bir bekçi tutar ve bu bağları bekletirlerdi. Bu nedenle bu bağlara “Musalla Bekçi Altı Bağları” denilirdi. Bağ bozumu zamanı çevre bir ana baba günü olurdu. Bir taraftan bağ bozulurken bir taraftan da pekmez kaynatmak üzere at, eşek ve arabalarla üzüm taşınır yolda çocuklar rast gelenlere birer ikişer salkım üzüm verilir böylece göz kalmaz bereket artardı. Şimdi kim inanır buna…?